0

İbn-i miskaveyh Halifeliğin parçalanmasını naklederken 936 (H.325) yılı hadiseleri arasında şunları kaydeder, “Böylece bütün İslâm alemi, vilayetlerin hakimi olan vergi toplıyarak memleketi mutlakiyetle idareye başlayan müstevlilerin eline geçti”. İbn-i Miskaveyh’in bu kaydı birçok islam tarihçileri tarafından benimsenmiş; bunun tarihi ehemmiyeti Orta – Çağ hırıstiyan yazarlarının da nazarından kaçmamıştır. 1. Yüzyıl sonlarına doğru halifeliğin inhitatı daha çok hızlanmıştır. XI. yüzyılın birinci yarısında Selçuklu devletinin kuruluşu orta ve Yakın-Doğu memleketlerinde askeri –mülki bir teşkilat olan ıkta müessesesinin ihdasını sağlamıştır ki, bu hadiseden şüphe etmeğe mahal yoktur, Bir tarihçi için Selçuklu-Türkmen devleti meselesinin ne kadar alaka çekici olduğu V. Barthold’un şu sözleriyle ifade edilmiştir:

Selçuklular’ın ehemmiyeti rağmen belki de İslâm Orta-Çağ iptidası tarihi hakkında bu kadar az malumat ve müspet bilgiye sahip olduğumuz devre hemen hemen yoktur. Başta Devin ve d’Herbelaut olmak üzere, Avrupa müşteşriklerinin ne çok umumi tarihlerin yerini tutan tarih malzemeleri, Avrupa ilminde ilk defa olarak ancak altmış sene önce neşredilmiştir. Fakat bugüne kadar hatta bu devre ait en mühim vesikaların bile hepsi okunamamıştır; zamanında arabist V.R. Rozen’in selçuklu terminolojisinin tetkik edilmesine dair temennisi de yerin getirelememiştir. Selçuklu devletinin tetkiki Avrupa tarihçiliğinin hizmetine verilemez; çünkü orada son zamanlara kadar hemen hemen Giobons’dan beri, fasılasız olarak, Selçukluların ehemmiyetini, güya türkler’e has olan dini fanatizmleri yönünden tayin etme formülü hakimdir. Görülüyor ki, geçen yüzyıl başında Avrupa ilminde Haçlı seferlerine karış beliren alakanın, muhakkak olarak Selçuklu devletinin kuruluşu ve inkişafı ile ilgili meseleleri tafsilatiyle gözden geçirmeye sevkettiği görülüyor. Fakat Avrupa’daki merkeziyetçi temayüller ve Haçlı seferler tarihçilerinin Şark dilleri ve tarihin az bilmeleri, meselenin bu şekilde halli için müsait şartlar yaratmamıştır. Rene Grousset’nin güzel eseri müstesna, Haçlı seferlerine hasredilen Avrupa tarihi eserlerinde meşhur Zibel’in talebesi V. Kugler’in Selçuklu devletinin kuruluşunu en açık olarak ifade ettiği “iptidai-cengaver ordularının istilası” şeklinde vasıflandıran görüş hakimdir.

Yukarıda zikredilen görüşün umumiyetle kabul edilmiş olmasına rağmen, yine de XIX. Yüzyıl sonundan itibaren ilimde (bu hususta) başka mütalaalar da ileri sürülmeğe başlanmıştır. Bu işi ilk önce ele alanlardan biri, müteveffak İraniyatçı. V. a. Jukovskyi, Merv tarihine dair eserinde Selçuklu devrinin İslâm tarihindeki müstesna ehemmiyetini kaydetmiştir.

Selçukluların muvaffakiyetleri ve kurdukları İmparatorluğa dair V. V. Barthold’un sözleri her ne kadar tesadüfi ise de bunlar ne de olsa yeni bir fikir veriyorlar. N. Ya. Marr’ın lenguistiğe dair eserleri büyük ehemmiyeti haiz bir meseleyi ortaya atıyor; ona göre, Yakın-Doğu’da yalnız Selçuklular’dan ayrı olarak değil, hatta onların tarih sahnesine çıkmalarından çok evvel Türk (aglutinativ elemanı mevcuttur. Nihayet A. Yu. Yakobovskiy “XI. yüzyılda Selçuklu hareket ve Türkmenler” adlı eseri V. a. Gordlevskiy “Anadolu Selçukluları Devleti” isimli monografik tetkiki ile ilk olarak Selçuklu tarihinin hayati meselelerine dikkati çekmişlerdir.

Bu makale yalnız ilk Selçuklu devletinin menşeini aydınlatmak gayesini gütmektedir.

V.V. Barthold, Türkmenler’in tarihini gözden geçirirken, şunları kaydeder; “Arap coğrafya edebiyatından istifade etmek, onların ağdalı üslub” iyle buna bağlı kronolojinin müphemliği yüzünden biraz güçleşiyor. Mesela bir müellifin eserini, X. yüzyılda, diğerinin ise XI. yüzyılda yazmış olduğunun bilmemiz bizi, ikincisinin hikayelerinin birincisinkilere nazaran daha sonraki zamana ait olduğu kanaatine sevketmemelidir, hemen bütün müellifler, istifade ettikleri kaynakların adını zikretmeden ve onların zamanı tasrih etmeden eser yazmışlardır ve çok defa, XI. yüzyıl eserlerinde, X. yüzyılınkilere nazaran daha eski kaynaklardan istifade edildiği görülmektedir.

Tetkikçi, çok mühim bir kaynak olan hukuki vesikaları incelemeden daha da büyük müşkülatla karşılaşmaktadır; ilmi bakımdan nisbi bir tasnifi bile yapılmayan bu vesikaların “yazılış tarzı” coğrafya eserlerinden çok daha farklıdır; an’ane ve mazisine mukaddes bir tarzda bağlı olan İslâm hukuku, hemen hemen bugüne kadar en eski manalarını muhafaza eden terimlerden istifade etmektedir. Bu an’aneye bağlılığın (tradisyonalizm) diğer bir neticesi de: yerli hukuki ve iktisadi tabirler, nadiren hayatiyenitin kaybeden doğmatik ve hukuki şemalarda yer bulmaktadır.

Müellif tarafından yapılan bu tetkikin esasını daha ziyade tarihi ve edebi hususiyetleri bulunan eserler teşkil etmektedir; yerleri ciddiyetle tesip edilen bu hikayeler kendileriyle ilgili deyimlerle tasrih edilmiştir. Birincisi kısımda bahsi geçen, gazneli memuru abu’l-Fazl Beyhaki’nin Hatırat’ı, bu nevi eserlerdendir; burada Türkmenlerin Horasan’ı zaptettiği sırada hükümdar olan Sultan Mesud (1030-1041) zamanındaki günlük hadiseler nakledilmektedir. Devlet muhaberatını (türkmenler ile olan muharebe dahil idare eden ve Türkmenler tarafından Gazneli ordusunun kati bir hezimete uğratılmasiyle ilgili bütün hadiselerin yakın şahidi bulunan horasanlı Beyhaki, Hatırat’ında, bundan önce kaleme alınan tarih ve coğrafya eserlerinde “ağdalı bir üslup”la yazılmış olan birçok malumatı anlaşılır bir şekle koyup izah ediyor. Beyhaki, Hatırat’ında, kendi şahsi görüş ve kanaatini, kafi derecede tafsilat vermek suretiyle bize bildiriyor ve biz de Horasan’ı müellifin bu kanaatlerinin ışığı altında tanıyoruz.

Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk’ün kaleminden çıkan siyasetname adlı siyasi eser, biraz değişik bir vasıf taşımaktadır. Beyhakiki gibi aslen horasanlı olup iki sultan zamanında fiilen devleti idare eden Nizamü’l-Mülk bir nev siyasi vasiyetname olan serini, hemen ölümünden biraz önce yazmıştır (Batıniler tarafından 1092 yılında öldürülmüştür) Zamanının siyasi durumu hakkında müellif, ileri sürdüğü fikirlerini birçok mütalaalar ve hikayelerde izah etmektedir. Bu satırları yazanın siyasetname hakkındaki tetkiklerinde izah etmeğe çalıştığı gibi ilim aleminde kabul edildiği üzere vezire atfedilen birçok kayıtlar Nizamü’l-Mülek’e ait değildir. Hatta Siyasetname’nin bu kısımları da calib-i dikkat değildir, çünkü bunlar kayıtsız şartsız X. ve XI. yüzyıllardaki Horasan edebiyatına aittir. Bazıları ise anlaşılacağı gibi, bize kadar gelmeyen Beyhaki Hatıratı’nın ciltleriyle doğrudan doğruya bağlıdır. Tetkik mevzuu olan Sûfi şeyhi Ebu-Said Meyhaneli’nin XIII. Yüzyıl başında yazılan “Şeyh Ebu Said’in Allah ile gizli münasebetler” adlı biyografisi, mahiyeti bakımından Siyasetname’ye çok yakındır. Siyasetname’de olduğu gibi “Gizli münasebetler” de daha sonra yazılmış olmasına rağmen, şüphesi, bizi alakadar eden devrin tarihini havi birçok hikayeler vardır.

“Ağdalı bir üslup” la yazılmış olan mezkur eserler ikinci nev’i kaynağı teşkil etmektedir. Bu eserler, müellifin evvelce kaydettiği gibi, coğrafya ilminin inkişafı mevzuunda bilgimizin kiyafetsizliğine rağmen, yine de, galiba “Orta-Asya coğrafyasını hem malzeme tanzimi hem de bazı kısımlarda bu malzemenin hacmine göre tasnifi bakımından klasik Arap coğrafyasından kendine has hususiyetleriyle ayrıldığı” nı ortaya koymak zamanı gelmiştir.

982-983 yıllarında orta-Asya’da, “Hudud ul-alem” adiyle yazılmış olan anonim eser, bu gibi yerli edebiyatının bir nümunesini teşkil etmektedir. O zamanda hayati bir dil olan Farsça ile yazılan bu Orta-Asya anonim coğrafyası, klasik Arap ve putperest coğrafya eserleriyle mukayese edilirse, yalnız çok kıymetli hakiki malzeme değil, tetkikimizin gayesi için ehemmiyeti küçümsenmeyen terminoloji malzemesi de vermektedir. 1. yüzyılda Orta-Asya ve Horosan’da meydana gelen kısmen yerli veya mahalli ismiyle maruf tarih eserlerinin kıymeti de büyüktür; bunlar arasından tetkikimiz için önemli olan XII. yüzyılda Nerşahi’nin nerşahi’nin adapte edip farsçaya tercüme ettiği “Buhara tarihi ile aynı yüzyılda, yukarıda adı geçen Hatırat müellifinin hemşehrisi, Ebu’l-Hasan Beyhaki’nin yazdığı “Beyhakiki tarihi” nden faydalanılmıştır.

Sanıyoruz ki, tetkikçinin yalnız İslâm coğrafiyi ve hukuk eserlerine müracaat ettiği takdirde düşeceği anakronizm tehlikesinden kurtulabildiği takdirde faydalanabileceği başlıca kaynaklar bu nevidendir.

Bu gibi kaynaklardan faydalananın yaratacağı noksanlıkları tamamiyle aşıkardir. İlik İslâm orta-çağı tetkikçisi için maalesef erişilmez olan kısır fakat doğru malumattan mahrum aklan bizler mecazi ifadeyle, tetkik mevzuunda vak’anın tam tasfirinden ziyade hayallerini görüyoruz. Buna rağmen bu gibi bir çalışmanın da istikbal için faydasız olmadığını ümit ediyoruz. Meçhul yerlerde seyahat edenler de bu gaye ile önceden tertiplenmiş yol haritaların nadiren sahiptirler.

Orta-Asya anonim (Hudud ul-alem Horasan vilayeti bahsinde) onun hudutlarını, doğunda Hindistan, güneyde Kerges-kuh çölü, Badıta Gurgan ve “oğuz arazisi”, Kuzeyde de Amu – Derya olarak, göstermektedir. Hatırat’ını Anonim’den 20-30 yı daha sonra yazan beyhakiki, Horasan’ı Nişapur’dan idare edilen ve Güney-doğu kısmı doğrudan doğruya Gazne’ye tabi araziyle hemhudut olan bir vilayet olarak tasvir etmektedir.

Horasan’ın iç bölümü hakkındaki malumatımız daha da müphemdir. Halifelikte mereyitte olan mülki taksimata (şemaya) göre bir veya birkaç camii bulunan (yanı Cuma namazı kılınabilen cami) kasaba bir bütün teşkil etmekdir. Bu nev’i bölümün ne gibi şartlara bağlı olabileceğini izah etmeme acaba lüzum var mı? Daha X. yüzyılda büyük camiler, çok kerrer, nüfusu çok az olan mevkilerde de mevcuttu. Halifeliğin dağılmasını, müslüman cemaatinden bir sıra büyük mezheplerin ayrılması takip etmiş, bunlardan bazılarının ki (mesela Şiilerinki) devletin resmi mezhebi olmuştur. Nihayet halifeliğin bünyesine dahil vilayetler, çok eskiden kalma kendine has (Spesifik) hususiyetler arzetmiştir ki, bunlar birkaç asırlık İslâm hakimiyetinden sonra bile tamamen ortadan kaldırılamıştır.

Şu veya bu vilayetinin iç bölümü hakkında, daha doğru ve hakiki tarihi vakıalara cevap verebilecek, bir fikir için bu vilayette mevcut mülki tabirler gözden geçirmek icabeder; bunların, muayyen bir zamanın dilindeki tam manasını izah etmek, mahalleri ciddiyet tesbit edilen yazılı vesikalara tahlil etmeden imkansızdır. Adı geçen orta-Asya Anonimi bizim için böyle bir kaynak teşkil etmektedir. Horasan bahsinde Ananomi’de şu tabirleri vardır: rusta, nahiye, han, kasabada şehir, şahrah ve dih.

Daha v. Barthold tarafından, “rusta” (Arap ve putperest yazarlar “rustak”) tabirininin “damia bir grup köy manasında kullanıldığı” kaydedilmiştir ve rusçaya kafi derecede doğru olarak “volost-nahiye” kelimesiyle tercüme edilmiştir. Kaynakların işaret ettiklerine göre, bu grup köyler, bazan şehirle müşterek olan bir müdafa hattı ile çevrilir, bazan da şehirden çok uzak ayrı bir yer teşkil etmektedir; şehirlerin rusta’ya gitmeleri uzak bir seyehatla muadil tutulurmuş, nerşahi, bir Sasani şehzadesinin Buhara’ya kaçtığını anlatırken, mahalli rustanın menşeini izah eder; buhara Rustası av için tesbit edilen yerlerde su kanalları sayesinde kurulmuştur. Bu kanalları açtıran şehzade, araziye köylüler iskan ederek kendine miras kalan bu yeri rustahaline koymuştur. Böylece, görünüşe göre, rusta tabiriyle sun’i sulama vasıtalarından faydalanan çiftçi halkla meskun bir arazinin kasdedildiği anlaşılmaktadır. Bu kelimeden teşekkül eden rustai de “köylü”, “köylü kafası” manalarına gelirdi, bu kelime manasını Moğol devrinden sonra da muhafaza etmiştir.

Rusta’dan farklı olarak Arap Menşeli “nahiye” kelimesi bizim kullandığımız vilayet, bölge, mıntaka tabirlerine aşağı yukarı yakın bir mana taşıyordu. Orta-Asya Anonim’i Guzgan vilayetini tasvir ederken şu tabirleri kullanıyor; “Bu nayide birçok rusta ve nahiyeler var”. Bir cümlede ayı kelimenin iki ayrı manada kullanışılı bize, başka dilediği elen bu kelimenin biraz müphem ve birkaç mana taşıdığını (polisemantik olduğunu) göstermektedir. Rusta ile mahiyetinin de ayrı manada kullanıldıklarını dikkati çekmektedir. Bu guzgan nahiyelerinden bahseden Anonim, ahalisinin tamamen hayvancılıkla meşgul olduklarını kaydeder.

Son zamanlarda yani ibn-i fadlan “seyahatnesi”nin tercümesiyle “Türkmenler ve Türkmenistan tarih malzemesi” nin tetkikinden sonra üçüncü bir tabir olup vilayet ve mıntaka demek olan “han” kelimesinin başka mana taşıdığı ispat edilmiştir. De Goeje’nin coğrafya tabirleri lugatına istinaden yukarıda adı geçen birinci eserde bu tabir “Nişapur vilayetinde ikinci derecede bir şehir” manasına geldiği, ikinci eser ise bu tabiri Arap menşeli “rub” kelimesine yaklaştırarak “şehrin dörtte biri” şeklinde tercüme ediyor. Zikredilen bu iki eserde, istifade edilmeyen Tarih-Beyhak, adı geçen tabirinin izahına yeni herhangi ibr esasıl bir şey ilave etmiyerek, çok büyük bir salahiyetle buna benzer bir izahı teyit ediyor; adı geçen esere göre “rub” kelimesiyle şehrin semtlere ayrılmasına tekabül eden “yay ve dağlarda” iki meskun yerler kasdedilmektedir.

Şüphesiz ki, yukarıda tahlilleri yapılan tabirlerin menşeini ve bilahere geçirdikleri mana değişikliklerini de izah etmek icabederde, muhtelif devirlerde meydana gelen bu tabirler, İslâm orta-çağı’nın içtimai-iktisadi tabirlerinin ekserisi gibi çok defa ilk manasın kaybetmek suretiyle kullanılmakta devam etmiştir. Fakat ele aldığımız mesele çok daha kısadır: yani yukarıda bahsedilen tabirlerin bölge vilayet ve mıntıkaya dair filoloji bakımından tesbit edilmiş mevcut açık bir anlamını tahlinini yapmaktır. Bu bölge taksimatına dahil meskun yerlerin nevini vasıflandıran terminolojisinde yukarıda kaydettiğimiz vuzuhun mevcut olmadığına, tetkikimiz gayesi için mühim olduğundan keza işaret edelim.

Orta-Asya Anonimi’nin u gibi meskun yerleritayin etmek için kullandığı tabirler rustaya ekseriya küçük köy veya köy ‘dih), şehir (kasaba, şehr), kasama (Şahrah) şeklinde çevrilir, “şehr” (-şehr- şehir, küçültmek edatı) tasviri bir vasıf taşımaktadır; bu gibi tabirlere Aannomi daima “büyük”, “küçük” gibi tasviri sıfatlar ilave etmiştir, şüphesiz ki, bu keyfiyet kilame manalarının bir nev’i istikrarsızlığnıı ve müphemliğinin göstermektedir, Kaydedilen bu olay yalnınz ,Ananom’in hususi bir vasfı değildir, şu veya bu meskun yerin tayininde kullanılan tabirlerin istikrarsızlığı, çok defa bir tabirin yerine diğer birinni kullanılması orta-Çağ İslâm edebiyatında sık sık görülen bir adettir. Kelimelerin bu ne’i istikrarsızlığı, yalnız şu veya bu yerin ehemmiyetini değiştirmekle kalmıyor ki bu da, tabiatiyle, keza küçümsenemez-Fakat “şehir” mefhumuyla ortaçağ Avrupa lugatçesinde buna karşılık olan “köy” tabiri, anlaşılan, orta-Çağ İslâm tefekkürüne ehemmiyetli derecede yabancıdır. Şehir merkezinde umumiyetle müşahede edilen san’at erbabının yokluğu yukarıda kaydedilen malumatı tayin etmektedir; İslâm orta-çağının Doğu şehirleri yarı çiftçi bir vasıf taşımaktadır, köyler adet olduğu üzere, şu veya bu nev’i sant’atla uğraşıyorlardı.

Anonim, Horasan’ın merkezi Nişapur’u “en büyük şehir” olarak vasıflandırmaktadır. Şehir, Binalud-kuh dağ geçidinin güneyindeki bir ovada bulunup bir fersah murabbalık bir sahayı işgal ediyordu. Şehir “eski kale” adını taşıyan bir iç-kale esas şehir (şehristan) ve varos (rabad) dan ibaretti. “İske kale Şehristana dahil olmayıp onun yanında ir tek hendekle ondan ayrılırmış. X. yüzyılda şehrin hayati, ihtimal, ticaret ve sanayinin inkişafı neticesi, tamamen varoşa (rabad) ve anlaşılan varoşun güney kısmına nakledilmiştir”.

V.Barthold’un bu kaydını tamamlıyarak ilave etmek icabeder ki, eski kaleyle şehristan da aynı zamanda oldukça meskundu, nişapur, hindistan ve Orta – Asya’dan batıya, İran körfezinden kuzeye Volga boylarına giden çok mühim ticaret yollarının kavşağının teşkil ediyordu. İstahri, Nişapur’un İslâm memleketleri hudutlarından çok uzakta bulunan memleketlerle olan münasebetlerine işaret eder; Nişapur dokumaları “çok tanrılı memleketler” e gönderilirdi. İç ticarete dair mulamatımız az olmasına rağmen yine de onun çok canlı olduğu kaydedilmektedir; Buştafruşa nahiyesinden Nişapur’a çok miktarda üzüm getirilir, ustuva nahiyesi de Nişapur’a çok miktarda üzüm getirilir, Ustuva nahiyesi de Nişapur’a tahıl verirdi. Şehrin birçok Pazar yerleri, kervansarayları, hanları vardı, bunlar canlı bir ticaretin merkeziydi. Horasan ticaretinin merkezi Nişapur, aynı zamanda canlı birsan’at faaliyetinin merkezini teşkil ediyordu. Şehir çinicilik ve demirciliğiyle meşhurdu. Bilhassa dokumacılığı çok inkişaf etmiş. Başlıca ketenle alakalı madde ile meşgul olan halifeliğin batı vilayetlerinden farklı olarak, burada en ziyade pamuklu, ipekli ve yünlüler imal edilirdi. Atölye ve san’ata taallük eden bütün müesseseler yanı mahalleler teşkil ederlerdi. Mukaddesi eserinde şehri medhetmekle beraber hakikate pek de uzak olmayan şu satırları da kaydeder; “Sokaklar çamurlu, hanlarda intizamsızlık olup, hamamlar kirli, dükkanlar kötü ve duvarları çarpıktır” Nişapur’’da islam şehirlerinde mutad olan saray ve cami hayatından ziyade san’at ve ticaret hayatının inkişafı, şehir manzarasının ağır başlılığı ve intizamına alışmış olan seyircide hoş bir intiba bırakmıştır.

Fakat san’at ve ticaret hayatını bu derce aşikar bir üstünlüğü bile Nişapur’un çiftçi vasfını muhafaza etmesine mani olamamıştır. İstahri’nin bildirdiğine göre, şehir duvarlarının dışına çıkan kanallar, halkın toprağını sulardı, Beyhaki’nin Nişapur varoşundaki savaşa dair hikayesinden anlaşılıyor ki, bu arazide daha ziyade bağ ve meyve bahçeleri vardı. Şehrin sınai ve ticari mahalleleri doğrudan doğruya zırai mıntıka haline gelmiştir. Zikredilen bu yer, saray ve çiçek bahçelerini burada kuran şehrin iler gelenlerini celbederdi. Bir taraftan şehrin kapıları yanında olup diğer yandan Horasan hükümdarlarının çok sevdikleri ikametgahları, Şadyah’ın bitişiğindeki Muhammed-abad kasabası bunlar arasında bilhassa meşhurdur. Muhammed-abad’da bir cutvar (yer ölçüsü) arazi, Beyhaki’ye göre bin dirhem kıymetindeydi, ağaçlı ekili ve bağlılık olan yanı ölçüdeki yerin bedeli üç bin dirheme kadar çıkardı. Şadryah’ın sarayları, zengin çicek bahçeleri (Parkları) ve pavyonları şehrin yanında bulunuyordu, bunlar arasında, horasan’da Saffari hanedanının ikinci ve mümessili olan Amr ibn-i Leys’in yaptırdığı bahçe fevkaladeliğiyle tefrik olunurdu. Burada, şehirliler ve ileri gelenlerin arazi içinde köylülüre ait arazi ve evler de vardı. Beyhaki’nin yakınlarından bir asilzade, bahçesine bitişik olan üç köylünün arazisini onbin dirheme satın almıştır. Yukarıda kaydettiğimiz kıymete göre bu arazi üçden on cüftvarı geçmemektedir.

Şehir civarındaki bu yerler hiç farkına varılmadan ayır nahiye daire, han ve rustalar halinde geliyorlardı. Buğday, pirinç, arpa tarlaları, meyve bahçeleri ve bağlar, Horasan’ın bu kuzey kısmına vilayetin buğday ambarı demeye kafi bir delil sayılır. Fakat nşiapur’un kapısından çıkar çıkmaz seyyahın tamamen bir zirai mıntıkaya gireceğini zannetmek hiç te doğru olmaz. Yukarıda zikredilen ustuva, Guyan, Beyhak ve diğer mahiyetler, yalnız çayır ve bahçeleriyle değil, fakat dokumalariyle de tanınmışlardır.

Nerşahi, Buhara’nın muhtelif kasaba ve köylerinde geniş bir tarzda imal edilmekte olan san’at eşyası hakkında o kadar çok sayıda ve malum haberler vermektedir ki, biz onları bu çalışmamızda kaydetmeyi luzumlu görmüyoruz. Geçenlerde Tahran’da neşredilmiş olan Tarih-i Beyhakik’de de bu gibi tasvirler çoktur. Dokumacılık dericilik, çinicilik yalnız şehir ve kasabalarda değil, köy denilen mahellelerde bile yanı şekilde yaygındı. Buna çok inkişaf etmiş olan dökümcülük san’atını (bakır, demir, gümüş firuze) da ilave temek icabeder. V. Bartholdu’un bildirdiğine göre Nişapur’un kuzey-batısındaki dağlarda Kuçzan yolu üzerinde bulunan firuze madenleri bugüne kadar ehemmiyetini muhafaza etmektedir. İşletilmesi gelir sağlayan bu maden ocakları dünyada eşsiz zenginliktedir.

yukarıda bahsettiklerimizin neticesi olarak diyebiliriz ki, anlaşılan, meskun yerlerin muhtelif isimlerini, aksedilen zamanında tefrik etmeğe yarayan miyar, tabiatiyle, şu veya bu yerin eski ehemmiyetine ait tarihi hatıralarda birleşen dini ve mülki mefhumlardır. Eğer arapçadan gelen “kasaba” tabir, baz tetkikçilerin zannettikleri gibi, “başşehir” veya “taşra başşehri” demekse, o halde “şehr” ve ondan gelen “şehran” kelimesinde eski farsçada hakimiyet (imperium) manasına gelen kşatra kelimesinin nüansını görmemiz icabeder. 1. ve XI. yüzyıllarda, eskiden olduğu gibi, toprağın devlete ve İslâm müessesesinin malı olması keyfiyeti toprak mülkiyetinin esasını teşkil ediyordu. Fakat hakim olan bu tarz, mülkiyetle birlikte geniş bir şekilde yayılmış olan şahsi mülkiyetin mevcudiyetiyle karşılaşmaktayız. A. Yu. Yakubovskiy’in Sultan Mahmud’a dair eserinde

şu kayıt vardır. “samani devrinde Orta-asya’da, bütün halifelikte olduğu gibi büyük arazi sahiplerinin mevcudiyetini kabul etmemiz için bütün deliller meydandadır. Samaniler zamanında daha tamamen imha edilmeyen İran asilzade çocuklarının başında bulunduğu eski dihkan müessesesi, büyük arazi sahipleri hanedanının düşmesine kadar mevcudiyetini muhafaza etmiştir”.

Nişapur mıntıkasında Samaniler’den sonra da bu nev’i büyük arazi mülkiyetinin mevcudiyeti hakkında Beyhakik bize misal vermektedir. Mikaili sülalesi böyle bir mülk sahibi idi; bunların aslı geçenlerde Sovyet arkeolog ve paleologları tarafından keşfedilen, Sogd prensi Divasti’den gelmektedir.

Mikaili arazisi hakkında Beyhaki’nin şu hikayesi vardır, malum olduğu üzere sultan Mahmud öldüğü zaman oğlu Mesud, İsfehan’dan Gazne başşehrinden uzakta bulunuyordu. Babası Babasının ölümünü haber alan Mesud, ordusuyla derhal doğunay doğru hareket etti, Mahmud’un diğer oğlunun o zamanda sultan ilan edildiği başşehire giderken, Mesud bir müddet Nişapur’da kalıp kardeşine karşı müteakip askeri hareket için kuvvet topladı.

Horasan ileri gelenlerinin sevgisin kazanmak için Mesud’un Nişapur’da tahakkuk ettirdiği işlerden biri de, mikaili sülalesinin dedelerinden miras kalan “emlâk” ın kendilerine iade edilmesi talebeni yerine getirmek olmuştur. Ölen sultanını sabık veziri Hasanak zamanında bu arazi mahsulü (İrtifa ) ile beraber adı geçen vezir tarafından olduğu gibi şahıslar” arasında beyhakiki, çiftçileri ‘(Kişaverz); vekaleten araziyi idare edenleri (vekiller) ve nüfuzlu kimseleri de kasdetmektedir.

Mikaili arazisinden bahsederken Beyhaki’nin “irtifa” tabirinin kullanması bu toprağın vasfını tayin ediyor. “İrtifa” kelimesi rusçadaki “verş, poverşye” nin yani yükseklik (bolluk) kelimesinin karşılığıdır; “Kimya-i saadet” in yazma nüshasında bu tabir “tarladan alınıp harman yerine (hanmangâh’a) getirilen hasad” şeklinde izah edilmektedir; bu nev’i anlayışının misalleri Beyhaki’den önce ve sonra da edebiyatta görülmüştür. Böylece Mikaili arazisi yalnız sarayı çevreleyen alelade çiçek bahçelerinden ibaret olmayıp buğday mahsulü temin eden tarlalardan müteşekkildir.

Öyle görülüyor ki, mutad olarak, bu yerler yalnız birtek sahada değildir, Yalnız bu hususla mikaili arazisindeki birçok idarecilerin mevcudiyeti izah edilebilir. Siyanetname, gözden düşen bir Azerbaycan valisinden bahsederken şunları da kaydetmektedir; “Horasan, Irak, Fars ve Azerbaycan’da onun sarayı kervansarayı, gelir kaynağı ve buğday depoları bulunmayan hiçbir kaza ve şehir yoktu”. Aynı keyfiyet Beyhakik’nin gözden düşen saray erkanından birine ait emlakin müsaderesine dair hikayesinde de görülmektedir. Müsadere edilen arazi Sistan ve diğer yerlerde bulunuyordu. Büyük arazi sahiplerinin emlaki, haraç denilen devlet arazisine dahil edilmiş veya bu arazinin etrafının küçük köylü arazisi çevirmişti. Mesela, Buştakan köyü ahalisine ati arasinin satın alınmasiyle meydana gelen Amr ibn-i Leys’in çiftliği gibi.

Elimizde bulunan kaynaklara istinad ederek bu malikanelerin ne kadar büyük olduğunu söylemek göçtür. Beyhakiki’ye göre, Gazne kazasında bulunan, Gazneli hanedanına ati arazinin on beş yıllık gelir on yedi milyon dirhem, yani yılda ortalama bir milyon yüz otuz üç bin dirhem tutarındadır. Bu gelir, IX. yüzyılda Nişapur’un bütün harac arazisinden alınan yıllık aidatın takriben dörtte birinden daha fazladır. Fakat Gazneli hanedanına ait emlak, tabiatiyle, iler gelenlerin arazilerin nazaran en büyüktü. Tarih-i Beyhak, hayırseverliğiyle tanınmış, biri olan Zeki Ebu’t-Teyb Tahir’in hayatını anlatırken, onun çok zengin bir kimse olmadığını söyler; mülkünden temin ettiği gelir senede iki bin man hububat ve on dinardı (galiba altın).

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Beyhakiki, Mikaliil sülalesinin arazisini zaptedenler arasında, araziyi idare edenler (vekiller) ve nüfuzlu kimselerle beraber kişaverezleri ( bu tabiri biz çift sürenler, çiftçiler olarak çevirdik) zikreder. Bu al kendiliğinden kişaverzlerin araziyi idare edenler ve nüfuzlu kimselerle bir seviyeye ulaştıklarını göstermektedir. Hiç şüphe yok ki, Beyhaki’nin tetkik edilebilin metninde Mikaili emlakini yağma eden çiftçilerle Muhammed – Abad köyünde yapılan arazisi taksimini tasvir ederken, bir yerde kedhüda (ev sahibi), başka bir yerde ise dihkan olarak vasıflandırılan, küçük çiftlik sahipleri kasdedilmektedir. Kişaverz, kedhüda ve dihkanlar XI. yüzyılın serbest köyleridir; yukarıda bahsedilen asil mikaili sülalesi gibi bunların aslı da asla devrinden önceki zamanlara kadar gitmektedir. Beyhaki’nin hikayeleri bu küçük arazi mülkiyetlerinin bir hayli yekun uttuğunun göstermektedir. Mesud’un Türkmen’ler karşı son sefer hazırlığı ilgili olarak Muhammed-abad’ın uğradığı felaketler anlatırken Beyhakiki, çatılarını kırıp, evleri satan küçük çiftlikler şehre pek yakın değildi. Sisayetsaname’de, azad-merd (asilzade) ismiyle zikredilen böyle bir şahsın şehirden çok uzak bir mesade bulunduğu bildirilir.

Siyasetname’ye istinaden yapmış olduğumuz “azad-merd” tabirinin tahlilinden islam devrinden önce hür, imtiyazlı sınıfı tasvif eden bu kaleminin, İslâm devrinde ilk manası kaybederek, “Asilzade”, “merd” manasını almış olduğu anlaşılıyor, fakat şu farkla ki, bu kelime, diğer tabirlerle karşılaştırıldığı zaman, yalnız hürriyet bakamından değil mülkiyet bakamından da kafi derecede müstakil bir kimsenin içtimai durumunu belirilmiş olur.

Aynı, eserin, asil, çok ihtiyar ve çocuğu olmayan bir dul kadına dair hikayesinde, bu gibi arazisinin nasıl işletildiğini şu cümlelerle çok güzel tasvir etmektedir; “yalnız kalınca o (ayni dul kadın) kendisine miraz kalan küçük bir arazi parçasının işletilmesi için çiftçiye berzkâr’a) veriyordu; böylelikle elde ettiği mahsulden devletin hissesiyle çiftçinin hakkını verdikten sonra yeni mahsule kadar kendisine hergün dört ekmek temin edebilecek kadar hububat kalıyordu”. Şüphesiz ki, Mikaili sülalesinin arazisi de bu şekilde işletilmekteydi.

Adı geçen metinde görüldüğü ezer “Berzkâr” tabiri yarıca çiftçiyi tavsif etmektedir, Berzkâr, arazi vergisiyle (haracı) sahibinin hissesin (Dihkân arazisinin işlediği takdirde) verdikten mada daha birçok mükellefiyetlere tabidir, Haşar da böylece bütün köylülerin tabi olduğu umumi bir mükellefiyetin “Haşara” tabiri, moğol ve Moğollar’dan sonraki kaynaklardan fethedilen memleketlerden cebren toplanan köyle ihtiyat askeri demektir; Fakat Moğollar’dan önceki kayıtlarda bu manada kullanıldığı gibi, aynı zamanda umumiyetle devlet veya bey hizmetinde buhlunan köylülere de haşar denirdi. Siyasetname’yle beyhaki’de bu kelime yalnız son olarak kaydedilen manada kullanılmıştır; Husrev anuşirvan ile Mazdak’a dair hakiyede çicek bahçelerinin düzenlenmesi ve hendekler kazdırılması için rusta’dan haşar celbedildiğinden bahsedilmektedir. Beyhakik’de haşar mesud’un Gazne’deki sarayının inşasiyle, yağan karların yollardan temizlenmesiyle meşgul olup, sultanla tertiplediği avda yaban hayvanları kovalayıcısı sıfatiyle iştarak ederlerdi. Bu gibi umumi mükellefiyetlerden başka köylüler, memurların mektuplarını götürmek gibi sair muhtelif hususi işlerde de kullanılırdı. Bu hususi hizmetlerde Beyhaki’de “haşar” kelimesiyle beraber görülen “begâr” veyahut 2begari” tabiriyle tavsif edilirmiş. Birkaç yıl önce Londra Şarkiyat Mecmuasında bu tabir geniş bir tahlile tabi tutulmuştur.

Doğu (İslâm) orta-çağ sanayi mamullerinin inkişafındaki hususi şartlar üzerinde dururken, Avrupa’da kilerden farklı olarak “ticaret ve sanat erbabı olan şehir halkının arazi sahibi derebeylerinin herşey hakim vesiyatinden çıkmadığını belirtmek fırsatını bulmuştum.

Doğu’da faikiyet kesbettiği devre aittir. Fakat bu hadisesinin başlangıcı, diğer bir tabirle “kökü” Selçuklu devri öncesine aittir.

İslâm Doğusu’nun ilk orta-çağında para ve ticaret eşyasiyle yapılan münasebetin büyük inkişafı arazı sahiplerini de ticari işlerle ilgilenmelerine sebep olmuştur. Büyük İslâm devletinin kuruluşu bu münasebetlerin büyümesine yardım etmiş, buna hakikaten cihan şumül bir vasıf vermiştir. Hem arazi ve hem de ticari müesseseler sahibi bulunan, yukarıda adı geçen, azerbaycan valisi bu hususta bir istisna değildir, Nerşahi, Çin ile daimi ticari münasebette bulunan Buhara vilayetindeki arazi sahiplerinin ticari işlerini tafsilatiyle anlatır. Buhara’nın en büyük mülk sahi,i Buhar-Hududa, hemen hemen şehrin bütün ticarethanelerine sahipdi, bu hususta o, XI. yüzyılda Msıır’da hüküm süren Fıtamı halifesini hatırlatmaktadır. Seyyahın hikayesine göre, bu halifenin yalnız hububat ticaretiyle dokumacılığı eline almakla kalmayıp, şahsına ait büyük bir donanması, çok sayıda ticarethaneleri de vardı,hatta evlerini ve bunların içinde bulunan odaları ile kiraya verirdi.

Halife Harunu’r-Reşid zamanında çıkan meşhur arazi vergisine dair kanunun müellifi ebu-Yusuf Yakub, galiba ilk olarak şu fikri beyan etmiştir; “Toprak, benim fikrime gere, altın demektir”. X.ve XI. yüzyıl yazarları bir sıra toprak fiatı kaydederler, Beyhakik, Nişapur’a ati büyük arazide ihtilar yapıldığını kaydederler. Eski dihkan arazi mülkiyeti yanında, hatta muasırlarınca bile aslı iyice bilinmeyen kimselerin malikanleri vardı, memur, tüccar, zengin şehirli yalnız arazi sahib olmakla kalmayıp hatta idarecilerinden bil sarı nazar ederek satın aldıkları yerleri kendilerin idare ederlerdi.

Siyasetnam’de bir tacire dair her bakımdan alaka çekici bir hikaye vardır: “Ben, filan ticarin oğluyum, babamın evi şu şehirde ve şu mahallelededir. Babamın kim olduğunu ve ne kadar mülke sahip olduğunu herkes bilir. Babamın ölümünü müteakip birkaç yılda kendimi hislerime terkederek, zevk u safaya daldım; bu yüzden ağır surette hastalanarak yaşamaktan ümidimi kestim. Bu hastalık esnasında iyileştiğim takdirde hacı olduktan sonra din için savaşa gideceğine and içtim. Allah bana şifa verdi… o zaman … sahipleri bulunduğum köle ve cariyeleri azad ettim, onlara altın, arazi ve evler verip hepsini evlendirdim; ev eşyasiyle ticarethanelerimi satıp elli bin dinar nakit para aldım.

Toprak mülkiyetiyle ticaretin, çiftçilikle san’atın yakın münasebeti, islam doğusunda sanayinin bulunduğu bu hususi durumun kafi derecede izah etmektedir. İlk orta-çağ kaynaklarında herhangi bir esnaf teşekkülünün mevcudiyetine dair bir kaydın yokluğu ve esnaf ileri gelenlerinin herhangi bir nüfuz icra edecek halde bulunmaması, bizim istifade ettiğimiz yalnız saray edebiyatının bir esir olmadığına uzun müddet sanayinin “başında” hep o kudretli mülk sahipleri bulunmuşlardır.

Siyasetname’deki, Saffari-bakırca hanedanının Sistan’daki aslına dair hikayede bu hanedanının kurcusu olan Yakub ibn-i leys’in şu sözleri vardır; “Ben bakırca oğluyum, babamdan bakırcılık san’atını öğrendim, yediğim buğday ekmeği, balık, soğan ve sebze idi.”. Yakub’un bu otobiyografisinin kanaatimizce şüphesiz uydurma olduğuna temas etmiyerek, san’at erbabının durumunu açıklaması bakımından büyük ehemmiyetini kaydetmeden geçemeyeceğiz. Malum olduğu üzere Saffari hanedanı kurucusu, karni ve Karney adındaki kasaba (şahrah)dandı. Yukarıda kaydedilen sahte otobiyografideki sözler o yerde babadan oğula geçen bir san’atın bulunduğu göstermektedir, kaynaklara göre, bu yerin san’at bakımından ehemmiyeti, san’at erbabının tatmin edilmemiş olmasından dolayı da tamamen değersizdir.

Nerşahi’nin Buhara’daki dokumacılığı metheden meşhur hikayesindeki şu cümle yalnız iyi san’atkârların mevcudiyetini değil, aynı zamanda onların hep bir yerde toplandıklarını da göstermektedir; “öyle yüksek değeri haizdiler ki, bir perdelik kumaş için buhara’nın bütün arazi geliri verilebilirdi”. Pek tabii ki, bu derce yüksek olan bir san’atın, orta-çağ imalatının şartları dahilinde, babadan oğlua geçmiş olması imkansızdır. “Şahidcani”, “Paybaf”,, “Rahtac”, “tahtac”, “attabi”, “muşti” vesair gibi meşhur Nişapur dokumalarını temelini teşkil eden ve nesilden nesile geçen adetlerden bahsetmek icabeder mi?

Bundan birkaç yıl önce etnograf A.N. kondaurov, Tacikistan’ın sarp dağlık bir arazisinden yapmış olduğu tetkikatın netice olarak tanımak fırsatını bulduğumuzu Yagnoblar’a ait “ev işi dokumaları hususiyetleriyle bütün İslâm doğusunda eskiden çok rağbet gören dokumaları hatırlatmaktadır. Şu veya bu Orta-çağ Doğu Kağanı büyük mükafatlar verildiğine dair, elimizde kısımlar halinde fakat çok açık malumat vardır, bunlar çok eski zamana ait ustalığı benimsedikleri için onları himaye eden devlet ricalinin hayranlığını kazanmışlardır fakat, Tabiatiyle, bu malumat san’atının umumi durumun bizi açıklayamaz.

Ticari münasbetlerin sür’atla inkişafı bütün Doğu sanayine hemen hemen halifeliğin ilk zamanlarından beri umumi bir vasıf vermiştir. Bu şartlar dahilinde san’at eşyası imalinde esas rol oynayan san’atkâr, yani üstatdan ziyade, Nişapur’un san’at eşyası pazarlarını tasvir ederken ibn-i Havakla’ın kaydettiği, ehlü’l-amel (yani “iş adamı”) dir. Kanaatimize göre bu kelime farsçadaki muzdvar (iş karşılığı olarak muzd, yani ücert alan’ın muadiliydi. “Muzd” kelimesinin tahlili bizi, muzdvar veya ehlü’l-amel’in tarlada çalışan yarıcı-kârdan tek arkı, imalathane ve iş ocaklarında çalışmakta olduğu kanaatine sevketmektedir. Ziraatte olduğu gibi san’atta da hem kadın, hem erkek çalışırdı. Ziraatte olduğu gibi muzdvarın vaziyeti çok kötü idi. Ebu-Said’in Hayatı’nda şöyle denilmektedir: Nişapur esnafından bir kasabın kalbini kazanmak için Ebu-Said kendisini gücendiren bu zata, hamamda yıkatıldıktan sonra bir çift ayakkabı, pamuklu bez ve sarık verilmesin emretmiştir.

Nerşahi’nin Buhara’daki dokuma atölyesine dair hikayesinin diğer cihetten de mühim olduğuna kaniyiz. İşin aslında İsla Doğusunun bütün muazzam saniyi büyük bir atölye manzarasının arzediyor ve burada da aynı arazi sahibi, ticari işlerle ilgisi olup olmadığına bakılmaksızın patronluk ediyordu. Mısır dokuma tezgahlarını gören Nasır- Husev, Mısırlı dokumacılarının bütün mamullerinin halifenin deposuna gittiğinin bildirmektedir. Fersname bize işlenmiş mamullerin teslimi işine dair çok kıymetli bir hakiye bırakmıştır. Dokuyucuların işlemiş oldukları bütün eşya emirin baya ünvanını taşıyan hususi bir kontrölürü tarafından muayene edilir ve yalnız iyi kaliteli bulunanlar deposuna gönderilirdi. San’at erbabı halkın büyük arazi sahibleri tarafından teklifsizce istismarının, şu veya bu meir, sultan veya halifenini arzusu üzerine san’at erbabının aynı muameleye tabi tutularak yerlerini değiştirme işi takibediyordu. Beyhaki, Sultan Mahmud’un başşehir olan Gazne’yi sevdiğinden işinin erbabı saydığı herkesi oraya yerleştirdiğinin, anlatıyor. Suni sulama, ihtiyacı ve derebeyi zamanındaki tekniğin aşağı seviyede olması neticesi toprak yetersizliği daima çiftçiyi san’at erbabı kadrosunda çalışmağa mecbur ediyordu, bu esnafın durumu ise, tarihçi Vakidi’nin (IX. yüzyıl) ticarethanesinde sabahtan akşama kadar çalışan ve sahibine yüz dinarlık bir gelir sağlayan kölelerin durumuna çok benzemekteymiş. 1. ve XI. yüzyıl Horasan arazi sahiplerine şartlı olarak “aslizade” yani dihkan ismi vererek bu şekilde onların eski İranlı dihkanlardan farklı olduklarına işaret etmek istedik. San’at ve ticaretle yakından ilgili bulunan horasan dihkanları, hakim sınıfın en müteşebbis kısmını teşkil ederlerdi. Samani’nin “ensab kitabı” (XII.yüzyıl) ile Tarih-i Beyhakik bize bu dihkan ailelerinin horasan ve orta-Asya’’ın Şehir, kasaba ve köylerine dağıldıklarını kafi derecede nakletmektedir; o zamanın birçok tarihi ve edebi eserleri ise, bu ailelerin temsilcilerinin vatan topraklarından uzakta, hatta İslâm alemi hudutları dışında faal tüccar, murabahacı, elçi ve memur sıfatiyle bulunduklarına işaret etmektedir. İşte, hakim sınıfın bu kısmında “mahalle ve pazarlar eşrafı” ile her çeşit “şeyh” “pir” ve “reis” ünvanlarını taşıyanların şahsında kendi kendini idare etmenin ilk hakiki emarelerin görüyoruz.

“Reis” tabirinin manası üzerinde duran V. Barthold şunu kaydetmektedir; “çok defa babadan oğula geçen reislik yani şehir ve mıntaka amiri, Moğol zamanından önceki devirde şimdki polislik vasfını haiz değildi. Resi, şehrin başkanı ve onun menfaatlerinin temsilcisidir; onun vasıtasiyle sultan, idaresini halka bildirirdi. Reis galip ihtimalle, ilk zamanlarda en tanınmış yerli sülale içinde tayin edilirdi. Beyhaki’de “Reis” kelimesini daima memur ve tanınmış kimselerle imtizac ettirildiğini görüyoruz. Elçi kabul etme merasimi tasvir eden Beyhaki’nin eserinden, reisin birçok vazifeleri arasında bayram yapılacağı vakit sokakların süslenmesine ve asayişin teminine nezaret ettiği anlaşılmaktır. Siyasetname, böyle bir mıntaka amirini yaptığı iyilikleri şu şekilde nakleder; “Ben falan mıntaka reisiydim. Evim daima misafir seyyah ve münevverlere açıktı. Ben mütemadiyen sadak dağıtır ve layık olanlarını rütbesine göre mükafatlandırırdım… Bana miras kalan bütün mal ve mülkümü hayır işleri ve misafirlere sarfettim”.

Bundan bir müddet evvel Tahran’da neşredilen Sistan vekayiname, (tarih-i sistan) az çok bu gibi muhtar idarelerin emrinde bulunan askeri birlikler hakkında fikir edinilmesini ilk olarak mümkün kılmıştır. Bunlar, gönüllerden müteşekkil ücretli asker imişler. Kendileri tarafından seçilip ayyar ünvanını taşıyan çavuş (serheng) lar tarafından komuta edilirlerdi. Onların tabii ikametgahı şehirdeydi. İbnü’l-Esir Semerkand’daki “yarlar kalesi”nde bahseder. Yerli eşrafın parasiyle teşkil olunan bu birlikler onların menfaatlerine hizmet ederdi; ekseriya berzkâr ve muzdvarlardan teşekkül eden bu insanlar idare eden sınıfın sadık bir alet iken çok defa derebeyi anarşisinin en azgun unsuru haline gelirlerdi.

Artık birkaç defa iktibas edilen . Mets’in esernide, “İslâm rönesansı” diye isimlendirilen X. yüzyılda hemen bütün İslâm aleminde bariz bir kalkınma görülmektedir. Horasan ve orta-Asya’da bu hamle Samaniler’in kuvvetli bir devlet kurmasiyle izah edilmektedir. Bu devlet siyasi bakımından tarihte ilk defa bu iki bölgenin bir bütün teşkil etmesini sağlamış, ilmi sahada isimleri hakkiyle orta-çağın meşhur şahsiyetleri yanında yer alan bir sıra ilim adamı yetiştirmiştir. Sikke resimleri, kazıların neticeleri, san’at eseri abidelerinin tetkiki, yazılı kaynakların hepsi büyük bir ilmi ve iktisadi kalkınmanın delilleridir. Horasan ve Orta-Asya san’atkârları uzak pazarlar için eşya yaparlardı. Akdeniz bölgesi ve uzak-doğu ile ticari münasebetler gelişmiş ve devamlı bir vasıf almıştı. Bu münasebetlere doğrudan doğruya Volga mıntıkasının (Bulgarların) katılması biçim için bilhassa mühimdir; ibn-i Fadlan seyahatinden tam yüz yıl sonra, 1042-45 yıllarında Bular krala tarafından, Bağdad’a ve Horasan’a İslamiyetin memleketlerinde yerleşmesine yadım etmeleri için elçiler gönderilmişti. Bu şartlar dahilinde dihkan adını verdiğimiz bu talihli hakim sınıf gelişmiştir. Devletin idare şekli meselesi geniş halk tabakasının mali gelişmesini yakından alakadar ediyordu.

Horasan’ın içine alan Gazneli devletinin, Harunu’r-Reşid, memun ve Mu’tasım zamanında abbasi halifelerin tatbik ettikleri rejimi, X. yüzyıl sonunda, İslâm aleminin doğusunda yeniden ihya etmesi bu yolda yapılan son bir teşebbüs olarak müşahede edilmektedir. Bütün kudretini ihraç topraklarındaki gelirten sağlayan Gazneli devleti en parlak devrine dirayetli Sultan Mahmud zamanında devleti en parlak devrine dirayetli Sultan Mahmud zamanında (988-1030) ulaşmıştır; bu devlet büyük arazi sahiplerine karşı mücadele ederek siyasetinde idareyi merkezileştirmek prensibini güderdi. Siyasetname bu siyasetin esasına dair şu hikayeyi nakleder: “sultan (Mahmud), evvelce büyük hacib mevkiini işgal eden emir Altuntaş’ı harizm’e (Harezmşah ünvaniyle) vali tayin etti. O Harizm’e yollandı; bu memleketin ibra vergisi elli bin dinardı. Harizm’e gelen Altuntaş o sene içinde altmış bin dinar came (mükafat, “elbise masrafları”) vermesi ricasında bulanmak üzere kendi adamlarını gazne’ye gönderdi, bunu divandan (devlet hazinesi) değil de doğrudan doğruya Harizm’in (Zikredilen) gelirlerinden alması için müsaaade istedi. O zamanın veziri Şemsü’l-Küfat Ahmed b. Hasan Meymendi idi.

Harezmşah’ın mektubunu okuduktan sonar o şu cevabı yazdı: “Yarlığayan ve bağışlayan ul Tanrı’nın adiyle emir Altuntaş’ın “Mahmud” kelime oyunu, Mahmud, sultanını simi ve yazın zamanda “methedilen” demektir) olmadığı malumu olsun! Bu vergiler hiçbir zaman ona bırakılamaz; bunlar toplanır, sultanın hazinesine yatırılıp makbuz alınır ve ondan sonra sana lazım olan maaşın verilmesi için rica et”” Şu veya bu Gazneli devlet adamının mali durumunu açıklıyan Beyhaki hatıratının dikkatlice tetkiki Gazneli “kalem adamları” ve askeri şahsiyetlerinden büyük araziye şahsiyetlerinden büyük araziye sahip olanlarına nadir rastlanıp bunların tipik olmadıklarını göstermektedir. Bu durum, hatıratta bilhassa sık sık tesadüf edilen Gazneli sarayında mevcut iki hisseyle, yani azil ve mükafatlandırılmaların tetkikiyle izah edilmektedir. Bunların tasfirine Beyhaki, tabiatiyle, büyük önem vermektedir.

mazul devlet adamının ölüm cezasına çarptırma veya hapsettirme muamelesi, sultanın emrini ifade eden kimselerin yalnız gözden düşeni yakalamayı bilmelerini icabettirmez, aynı zamanda malını müsadere etmeyi de bilmeleri lazımdır; mutad vechile mazulun mülkün dair ifadenin alınması kadının huzurunda yapılın ve müsadereye tabi mülkün bütün nevilerini ihtiva eden bir zabıt tutulurdu. Bu cins haberlerin tetkiki müsadere edilen malların ekserisinin altın gümüş, kıymetli taşlar, köle ve cariyeler, şehir veya şehir civarında saray veya çiçek bahçeler olduğunu göstermektedir. Beyhaki’nin mükafatlandırılmalara dair kayıtlarını tettikinden de çok küçük rütbeli birinin yüksek mevkilere tayini anlaşılmaktadır. Kaide olarak bu gibi mükafatlandırılmalara “hil”at giydirme denilirdi; bunların mahiyeti çok çeşitlidir, köleler, silahlar, harp fillerine kadar varan çeşitli hayvanlar da bu meyandadır, farkta bu mükafatlar arasındaki arazi, çiftlik veya köy gibi kelimelere hiçbir yerde rastlanılmamaktadır. Bizim esas durumumuzu teyid eden Gazneli mülki ve askeri erkanının büyük bir kısmının gelir kaynaklarını incelemek iddiamızın esasını teyid eden sonuncusu ve daha mühim bir delildir. Bu gelir kaynaklarını muntazaman devlet hazinesinden alınan ve çok çeşitli isimleri ihtiva eden maaş teşkil ediyordu; mesela yukarıda zikredilen came veya camegi (giyim masrafları), müşaharat (ekseriya ayni olarak verilen aylık), bistagani (asker maaşi) vesair gibi.

Daha Sultan Mahmud zamanında haraç mülkiyetinin rakiplerine karşı takip edilmekte olan siyaset, mülk sahipleriyle kaçınılmaz açık bir mücadeleyi icabettirmekteydi; bunu birçok ölüm cezalı, müsadereler ve aziller takibetmiştir. Mesud, saltanatının başlangıcındaki muvakkat müsahamaya rağmen (yukarıda kaydedilen Mikali meselesi) XI. yüzyılın otuzuncu yıllarında aynı siyasetin takip edildiğinin görüyoruz. Gaznelilerin muasırı İslâm memleketlerinden artık zamanı geçmiş rejimi yeniden tatbik etmeğe çalışan Gaznelilerin en şiddetli muarizi, tabiatiyle, Horasan ayanı olmuştur.

Rejiminin yıkılmasını kaçınılmaz olduğu, yalnız sık sık vuku bulan dağınık Türkmen kabilelerini hücumlarından ziyade devlet hudutları içinde cereyan eden diğer hadiselerden de anlaşılmaktadır. Ölüm cezalarının, tenkil kollarının ve her tarafı kontrol eden polis faaliyetinin durdurulmasına rağmen, sultan Mahmud’un askeri dehası sayesinde baş kaldıramıyan Gazneli rejimi aleyhtarları az kabiliyetli Mesud’un idaresi zamanında hareket geçmişlerdir. Türkmenler’in şimal hudutlara dayanmaları karşısında Türk göç sahrasında Gazneli devletinin hudut kalesini teşkil eden harizm’in ayrılması bilhassa tehlike arzediyordu. Harizmdeki sadık Gazneli valisi Altuntaş’ın yerine geçen oğlu Harun, sultan Mahmud’un ölümünden sonra hasıl olan durumdan faydalanmayı fırsat bilmiş ve 1034-1035 (425-426 H.) yılında kendini müstakil hükümdar ilan ederek aynı zamanda orta-Asya göçebeleriyle ittifak yapmıştır.

Fakat Horasan’daki mücadele daha çok tehlikeli idi. Ortaçağ’daki siyasi hareketlerin birçoğu gibi aslında siyasi olan bu mücadele de görünüşte dini mahiyet taşımaktaydı. Gazneli muhalefeti o zaman Sufiliğin spesifik faaliyeti altında gizlenmiştir.

Tetkikin başında zikredilen derviş Ebu-Said’in müdafii biyografisi bize, fevkalede mühim ve bu bakımdan şimdiye kadar istifade edilmeyen malzeme temin etmektedir. Evet, bir şahsın müdafaasına hasredilen bir eser aslında tek taraflı değildir; mesela Ebu-Said’in şahsiyeti esere o kadar hakimdir ki, orada adı geçen bütün şahısların ona tabi oldukları kanaati gayri ihtiyari meydana çıkmaktadır. Hakikatte, horasan’da ebu-Said ile birlikte diğer tam salahiyetli dini önderler de faaliyette bulunmuşlar; hatta ebu-Said de bizzat ustaca bir istihzayla manevi hakimiyetini, kendi hudutları dahilinde hüküm süren emirin maddi hükümranlığıyla bir tutmuştur.

Bu şeyhin (ebu – Said’in) ölümünden bir buçuk yüzyıl sonra meydana gelen bu eserdeki malumattan çoğunu şüphe uyandırdığı ve Gazneli zamanından ziyade Selçuklu devrine ait olması ihtimali daha doğrudur. Fakat kanaatimize göre, dervişin torunları tarafından gayretle toplanan hikayelerin esası doğru ve hayret verici tafsilatla hakiki tarihi olayları aksettirmektedir. 1. yüzyılın ilk yarasında Horasan’daki tarikatı çok kudretli bir teşkilata sahip olup Avrupai manada tam bir tarikat addedilemez, bunun esasları nefsi öldürmek ve dünyevi olan herşeyden imtina etmektir. Bu şeyhde çok eskiden kalmış olan kendi kendine ıztırap verme, sahrada münzevi bir hayat sürmek vasıfları vardı. Şeyh oluncu, o dervişlerin başı olmaktan ziyade bir prense benzerdi. Yüzden fazla müridten müteşekkil bir maiyet tarafından etrafı çevrilmiş olduğu halde, at üstünde muhteşem bir sükunla yürüyen sırtında Bizans kumaşından mamul sufe (hırka) ve başında kıymetli dastarı (sarığı) bulunan Ebu-Said, kendinden bahsederken yalnız üçüncü şahıs çoğul şeklini kullanırdı; onun emrinde ve maiyetinde, emirin emrinde olduğu gibi, uşaklar, ayan temsilcileri, memurlar ve şahıslar vardı.

Sufi hankalı yalnız ibadet yeri değil, aynı zamanda o zamana mahsus siyasi bir mahfel idi. zengin ve fakirler, ihtiyardı ve çocuklar, arazi sahipleri ve pazarcı simsarlar meşhur vaızın “sözünü” dinlemek için toplanırlardı, dinleyiciler Hankah’ın iç kısmını işgal ederler, dam üstüne çıkar ve kapıya birikirlerdi. Ebusaid’in hayatı, ona muadil hırıstiyan edebiyat eserlerinde olduğu gibi, yaşayış ve adetleri vasıflandırmak için müstesna bir kaynaktır. “Nutuk ve mücizeler” e hasredilen bu kiyalerde biz muhtelif şahıslara tesadüf etmekteyiz., mesela gençliğinde büyük muvaffakiyetlere mazhar olan fakat ihtiyarlığında mezarlıkta yaşamak mecburiyetinde kalan tam buracıya, şeriat kanunlarına harfiyen riayet edilmesine dikkat eden şehir muhtesibine, zalim asker şahsiyete, zengin elbiseler giyen kadın şarkıcıya, tüccar mümesiline, memurlara sunni ulemaya rastlanılmaktadır.

Tarikatın istinad ettiği kuvvet de kafi derecede tasvif edilmiştir. Bizzat Ebu-Said, Meyhene’de gayri menkul sahibi ve yan uzmanıda ticaretle meşgul olan bir aileye mensubu (ebu – Said’in babası ıtriyat taciriydi). Şeyhin hayatını anlatan eserde “büyük” bazan da “asil” sıfatlariyle vasıflandırılan aynı hakim ve zengin asilzadeler Ebu-said’in bütün hayatı boyunca ona refakata ederlerdi. Tarikatın elde ettiği hediye ve anenelerini kıymetine dair malumat her ne kadar tahmini ise de bunlar, horasan sufileri’nin elinde bulunan gelirin büyüklüğünü tasavvur etmemize imkan vermektedir.

Asilzadelerinin siyasi emellerinin ajanı olan Sufilik tarikatinin Gazneli rejimine karşı yönelen bir teşkilat olduğu belirmektedir. “Biyografi” nin meydana gelmesinden önceki,tamamen aydınlanmamış uzun bir zaman esas hadiselerini, yani sufile Gaznelilere karış yönelen bu siyasetin aksettiren birçok hikayeler vardır; bunlardan Nişapur’un sunni islam hocaları gazne’ye Sufilerden şikayette bulunarak, hükümetin, bu yalancı dervişlerin faaliyetlerini yakından takip etmesini teklif ettiklerini öğreniyoruz. Şikayetlerin kanaatine göre, bu faaliyet “umumi bir isyan” halini almak tehlikesini arzediyordu. Bu hikayelerden bir sufiler’e “fırça bıyıklar” lakabını veren mesud’un şeyhin ikamet ettiği Meyhene’nin askerler tarafından kuşatılıp cenkle alınmasını emrettiğini bildirmektedir.

Horasan sufi siyasetinin esas vasfı, Selçuklu-türkmen hanedanı mensuplariyle Sufilerin, ilk bakışta izahı güç olan münasebetlerini bize açıklamasıdır. Türkmen beyler Tuğrul ile Çağrı “Fırça bıyıklılar”ın mistik görüşüne uygun bir şekilde o zamanını edebiyatında yer almıştır. “Biyografi” de “Çağrı ile Tuğrul’un şeyli ziyaret ve ibadet için Meyhane’ye gittiklerini anlatılmaktadır. Onlar şeyhin oturduğu yere yaklaşmışlar, “Selam” verip onun elini öpmüşler ve önünde ayakta durmuşlardır. Şeyh, adeti olduğu üzere, başını eğmiş ve bu vaziyette bir saat kadar kalmıştır. Bundan sonra Çağrı’ya “biz sana horasan hakimiyetini veriyoruz” demiştir. Tuğrul’a da: “Sana Irak hakimiyetini veriyoruz” demiştir; Tuğrul’a da: “Sana Irak hakimiyetini veriyoruz” demiştir.

Nüfuzlu mevkilerine rağmen Horasan asilleri, tabiatiyle, hatırı sayılır derecede maddi ve askeri üstünlüğe sahip olan Gazneli sultanını hakkından yalnız başlarına gelemezlerdi. Beyhaki’nin bildirdiğine göre, uzun bir müddet Selçukluların ilk kat’i zaferine kadar horasan şerafı “Maveraü’n-nehr ‘(Orta-Asya) e mektup yazıp elçiler gönderiyor ve Türk beylerini (hücuma geçmek için) teşvik ediyorlardı. Horasan ile orta-Asya Sufileri’nin yakın münasebetleri horasan dihkanları ile Türkmen-Oğuz Beyleri arasındaki münasebette en esaslı rol oynamış olabilir.

Gazneli tacının incisi Horasan’ın elden çıkmasının sebepleri, büyük babanın talihsiz oğlu Mesud’un kat’i hezimeti ve feci akıbetinden yıllarca sonra da münakaşa mevzuu olmuştur. Beyhaki’nin naklettiği saray erkanının sözleri ile kendisinin iler sürdüğü mülahazalar, bu münakaşaların eseridir. Beyhaki’ye göre, cennet diyarı horasan’ın Selçuklular eline geçmesini esas sebebi büyük nüfuz sahib olan Horasan’ın sahbu’d-Divanı Ebu’l-Fazl suri’dir; “hatırat” ta, galiba, iki yüzyıllık intibamı uyandırma bakımından ondan daha üstün yoktur.

Halife Harunu’r-Reşid ile efsanevi zenginlikteki hediyeleriyle onun büyük itimadına mazhar olup koyduğu çok ağır vergilerle halkın nefretini kazanan halifenin meşhur valisi (naibi) Ali b.İsa’ya dair hikayelerinden müellifin görüşü anlaşılmaktadır. Ali b. İsa’nın mülki faaliyetlerinin neticesi Maveraü’n-nehr’de isyan çıkmıştır; bu hadise birçok felaketlere ve bu arada bastırmak için bizzat hareket geçmek mecburiyetinde kalan halifenin ölümüne sebep olmuştur.

Beyhaki’de Ali b. İsa ile Ebu’l-Fazl Suri, Harunu’r-Reşid ile Mesud arasındaki müşahebet kafi derecede açıklanmıştır. Ali b. İsa gibi Horasan sahibu’d-divanı umumi yekinu dört milyon dirheme varan çok kıymetli hediyelerle Gazne’ye, mesud’un huzuruna gidiyor. Harun gibi Mesud da bu zatın hareketlerinden şüphelenmesini telkine çalışanları dinlemek istemeyerek, Nişapur valisinin adamlarının meziyetine müsavi kimselerin kendisinden az bulunduğundan dolayı üzüldüğünü beyan etmiştir. Beyhaki’nin yakın dostu ve muhatabı, “Bu hediyelerin tedariki asillerle halka neye mal olduğunu Nişapurlulara sormalı diyor. Beyhaki: “ O (Suri), Horasan’daki eşraf ve reisleri lağvedip, pahası biçilmez servet elde etmiş ve onları sefil bırakmıştır” diye kaydeder.

Fakat bununla beraber yine Beyhaki, suri’yi çok faal bir idareci olarak vasıflandırıyor, Suri, Tus’da alib Musa er-Rıza’nın mezarı yanına minare yaptırmış ve bu camiye satın aldığı bir köyü vakfetmiştir. Nişapur’da, Beyhaki’ye göre, emirlerin bile yaptırmadıkları muhteşem bir musalla inşa ettirmiştir. Seylâplardan halkı usandıran derelerin sulama işi ele alınmıştır. Suri’nin inşaat faaliyeti Nişapur vilayetini de aşmıştır. Farave ile nesa’da inşa ettirilen binalar, Beyhaki hatıratını yazdığı zaman dahi şöhretini muhafaza etmekteydi.

Fakta, Beyhakik’ye göre suri, bütün bu müspet faaliyetleriyle “yaptığı zülmün günahını affettirememiş” ve Nişapur valisinin inşaat faaliyetleri “komşudan çalınan ekmeği komşuya vermek” ten taşka bir şeyi ifade etmemiştir.

Beyhaki’nin bu iki yüzlülüğünü nasıl ilah etmeli? Sadık Gazneli memuru Beyhaki, Suri’nin faaliyetinde, sultan Mahmud idaresinin dış parlaklığını vasıflandıran siyasetin tecessümünü görüyor; başta bizzat Mesud olmak üzere Hatırat”’ta “Mahmudiler” diye adlandırılan Sultan Mahmud taraftarları (muakkibleri) bu siyaseti aynen takip etmişlerdir. Fakat bununla beraber Horasan ve dihkanlarına vaziyetini çok iyi belen Beyhaki’nin, yalnız asilzade isyanlarına değil, aynı zamanda büyük içtiami ihtilaflara sebep olan bu siyasetin feci neticelerini görmemesi imkansızdır. Kirman ve Horasan isyanlarını tasvir etmesi, Hatırat müellifinin tavır ve tereddütlerini tamamen izah etmektedir.

Sistan ve horasan’a hakim olmak bakımından Gazneli stratejisinin mühim mevkii sayılan kirman, daha Sultan Mahmud zamanında Gazne’ye tabi tabi olmuştur. Zamanında vali olarak oraya muhafız alayının yüksek komuta mümesili, emsalsiz suvari ve nadir bir cirit oyuncusu olan Ahmed b. Ali Nuştegin gönderilmiştir. Nuştegin’in kirman’daki faaliyeti, ihtimali, Gazneli siyasetine uygun bir tarzda cereyan etmiştir. Beyhaki, “Vergiye tabi olan halkın sükunet bulup vergi vermeğe başladığı” nı yazmaktadır. 1034 yılında bu aldatıcı sükunet sona ermiş ve Kirman ayanı arasından “Mahmudiler” i kovmak için sayan çıkmıştır. Vukubulan çarpışsada Gazneli ordusu tam bir hezimet uğratılmıştır. Saray Memluklerinden teşekkül etmiş olan ordunun esas kısmı ahmed b. al Nuştegin ile birlikte Kanna’dan Nişapur’a hareket etmiş, vilayet askeri Mekran’a kaçmış, orduda bulunan Hnidli birlikler ise Sistan’a ve oradan da perişan bir halde Gazne’ye gelmişlerdir. Kirman’dan mağlup olan Nuştegin’in Nişapur’a gelmesi, hemen hemen selçuklu fütuhata devrinin en büyük hadisenin teşkil eden horasan isyanı zamanına tesadüf etmiştir.

Beyhaki’ye göre Tuslular’ın ayaklanmasına, Nişapurlular ile aralarında mevcut çok eski bir husumetin mevcudiyeti sebep olmuştur. Tus ile Neşipur’un düşmanca münasebetlerin beyhaki’den çok daha evvel mukaddesi de zikrettiğini ve Tus’u asi ve eşkiya memleketi olarak sınıflandırdığını kaydetmek lazımdır. Nişapur’un Tus’a nazaran IX. yüzyılın başından beri idare merkezi olduğunu unutmamak icabeder; bu şehre karşı beslenen kin, yalnız her iki şehir (tus-Nişapur) halkı arasındaki mevcut düşmanlıkla değil daha ziyade vergi tahsil ettiren ricalin bu şehirde (Nişapur’da) bulunmalariyle izah edilebilir.

İsyan, yukarıda zikredilen hadiselerle Suri’nin Nişapur’dan Gazne’ye sultan Mesud’a gitmesini müteakip, yani 1034 yılı Temmuz sonu ve Ağustos’un başında, binaenaleyh hasad toplama işinin bittiği ve vergi toplama zamanını geldiği bir sırada, başlamıştır. Hatırat’ta yapılan izah, isyanın sınıfi bir vasıf taşıdığına şüphe bırakmıyor. Beyhaki, isyan edenlerin Nişapur’u yağmalamak için fırsatı ganimet bilen “ahlaksızlar” olduklarını söylüyor, onlar başlarında meçhul birisin olduğu halde, intizamsız bir şekilde Tus’tan yaya olarak hareket etmişler ve yolda o derce gürültü çıkarmışlardır ki, sanki nişapur kervansaraylarının bütün kapıları açık kalmıştı”; isyan edenlerin miktarını Beyhaki kanıca ve çekirgelerle mukayese ediyor. Kirman’dan yeni gelen Ahmed b. Nuştegin memlukları ile isyan edenlere karış yürümüştür. Ikta sevkülceyşinin klasik nizamına göre mevki alan muhafız askeri, asilere karşı çok sevdikleri bir taktiği tatbik etmişlerdir; harp hilesi bilmeyen isyancılar, sahta bir hareketle firar eder görünen öncülerin peşine düşerek birinciler tarafından çevrilip, bozguna uğratılmışlardır. Esir edenlerin cezalandırılması için, Nuştegin’in emri ile, idam sehpaları kurulmuş (bu nev’i ölüm cezası asillere tatbik edilmez) ve savaşta öldürülen asillerin başları dar ağaçları etrafına konulmuştur. Ebu’l-Fazl suri, alelacele Gazne’den geriye Nişapur’a gönderilmiştir.

1025-1026 (416 H.) yılında, yani Sultan Mahmud, hacibi arslan Cazib’in bütün nasihat ve ısrarlarına rağmen, dört bin Türkmen’in Amu-derya’yı geçip şimali Horasan’a yerleşmelerine müsaade ettiği zaman, Horasan’da Selçuklu hakimiyetinin başladığına dair İslâm tarihinde an’ane haline gelen temayüle, galibe, ilk olarak (XV. Yüzyılda) Mirhond işaret etmiştir. İki yıl sonra, Türkmenlerin hücum ve yağmalarından halkın daimi şikayetlerinden endişelenen Sultan Mahmud onlara karşı kefer açmıştır. Gazneli ordusu tarafından mağlup edilen Türkmenlerin bir kısmı Balhan dağlarına gitmişler; iki bin çadırlık diğer bir kısmi ise İsfahan’a ve oradan da Azerbaycan’a geçmişler ve o vilayetin hakimi Vahsudan’ın tabiiyetine girmişlerdir.

1037-1038 (429 H.) yılında Türkmenler, halkın bir çoğnuu öldürdükten sonra Meraga’yı ele geçirmişlerdir. Bundan sonra, Azerbaycan’da tutunamadıklarından bir kısmı mansur ve Göktaç’ın önderliği altında Hemedan’a, bir kısmı da başlarında Buka (Buga) olduğu halde Rey’e gitmişlerdir. Batıya geçen Türkmenlerin hareketleri münferit akınlar vasfını taşımış, fakat bunlar oldukça geniş bir sahada yapılmış olmalarına rağmen bu vilayetlerin içtimai ve devlet teşkilatında ehemmiyetli değişiklikler yaratmamıştır. Saltanatının ilk zamanlarında Horasan’ın şimaline yerleşmelerine müsaade edip bilahere beyleriyle gaddarca hesaplaşan Mesud’un sahasına, yani batıya geçen ikinci Türkmen gurupunun hareketleri de bu veya buna vasıf taşımaktadır. Horasan’ın zaptı ve Selçuklu-türkmen devletinin kuruluş ile ilgili bulunan 1030 yılları içinde Türkmen hareketi esas itibariyle bütün İslâm aleminin mukadderatı için ehemmiyetlidir.

1025-1026 yılının, Horasan fethini başlangıcı ve Türkmenlerin geniş tarih sahnesine çıkışı olduğunu İslâm tarihleri mir an’ane olarak benimsemekte, Avrupalılar da bunu kabul etmektedirler; halbuki bundan farklı olarak biz, Gazneli devlet kroniklerinin tesbit ettiği Harizm’in elden çıkması ile Tus isyanının vukubulduğu 1034 yılını, yukarıda zikredilen olayın tarihi olarak kabul etmekteyiz. Harizm’in istiklalini ilan etmesinden Altuntaş’ın oğlu Harun’a doğrudan doğruya, başlarında bu aslı esnada Selçuk’tan gelen beyler bulunan Türkmenlerin, ihtimal, yardımı olmuştur. Gazneli hükümetinin tahrikiyle 1035 yılında Harun’un öldürülmesi, Selçuklu-türkmenlerini Harun’dan aldıkları Şurahan civarındaki yerleri Terketmek ve Şamil Horasan’a gitmek mecburiyetinde bırakmıştır. Türkmenler merv’den geçerek Nesa civarında durmuşlar, davranışları Ebu’l-Fazl Suri’ye benzeyen Nişapur valisi vasıtasiyle, onlara Nesa ile Ferave şehirlerini terketmesi Çin Emir Mesud’a ricada bulunmuşlardır.

Türkmen beylerinin Mesud’a gönderdikleri mektubun metni aynen Beyhaki Hatıratı’nda mevcuttur; şekil itibariyle bu mektup, Horasan’a gelen Türkmenler’in kudret ve ehemmiyetini göstermesi bakımından, pekte mühim değildir. Mektubu imzalayan Türk beyleri yabgu Tuğrul ve çağrı-Davud kendilerinden bahsederken kul ve uşak-köle tabirlerini kullanıp, teklif ettikleri tabiliğe de hizmet-kulluk demektedirler. Bu nev’i hizmetin kefaleti olarak Türkmen beyleri bizlerden birimizin sarayda yani Mesud’un nezdinde rehin olarak bulunmasını teklif etmişlerdir. Tabi kavimlerin beylerini saraylarda rehin olarak alıkoymak adeti çok yaygındır. Ve Siyasetnamede bu mesela kat’iyetle şu cümlelerle ifade edilmiştir; “Arap, kürd, Deylem, Rumi emirlerine ve tabiyet altında bulunan herkese oğlu veya kardeşini sarayda bulundurmalarını söylemeliyiz ki, böylece bunlar beş yüz kişiden az olmasınlar. Bir yıl sonra onların yerine başkasını göndersinler, fakat bu değiştirme olmadan birincilerin geri dönmelerine müsaade verilmesin; bu rehinler sayesinde hiç kimse sultan karşı isyan edemez”

Bunanla beraber Türkmenler’in hizmet teklifinde bulunmalarının tabii olmasına rağmen, Nesa ve Ferave’yi istemeleri Gazneli Selçuklu münasebetlerinde yeni bir olay teşkil ediyordu. Beyhaki’ye göre, vezir Ahmed b. abdu’s-Samed, Türkmen beylerinin mektubunu şu şekilde hulasa eder: “Evvelce çobanlarla uğraşırdık, şimdi (başımıza) vilayetleri fetheden emirler geldiler.”

Türkmen teklifine Gazneli hükümetin müsait cevabı vermesine rağmen, bunlar galiba, Gazne sarayının tereddütlerin haber alarak askeri harekata hazır vaziyette mevki almışlardır. Bu tereddütler Selçuklu mektubunun gelmesinden birkaç gün sonra, mesud’un gitmiş olduğu Nişapur’da en ziyade kendini göstermiştir. Vezir ile saray erkanı, Türkmen meselesinin sulh yolu ile halledilmesi üzerinde kat’iyyetle duruyorlar, askeri parti ise Türkmenler’in Horasan’(dan silahlı kuvvetle koğulmalarını istiyorlardı. Neticede askeri parti galip geldi. Türkmenlere karşı vilayet askerinden on beş bin atlı ve iki bin sarayı memlukundan müteşekkil bir ordu sevkedildi ve hacib Beğdoğdu’nun kumandasında, sultanını maiyeti erkanından on salar (kumanda) ın idare ettiği bu ordunu, levazım amirliğine Mesud’un dostu Hüseyin B. Ali Belhi tayin edilmiştir. Haziran ayında Nesa’ya hareket eden Gazneli ordusu ağır bir hezimete uğratılmıştır. Hüseyin B. Ali esir edilip, hacib beğdoğdu ise Türkmen atlılarının elinden güçlükle kurtulmuştur. Galipler çok sayıda silah ve eşya ele geçirmişlerdir.

Türkmenlerin bu zaferiyle ilgili olarak, Behaki Hatırat’ında, keşifçilerin verdiği malumata göre, Türkmen beylerinin toplantısı tasvir edilmektedir; bu tasvir kaynaklarda emsaline pek az rastlanan nevidendir. Bu meclis, ayan, komutan –mukaddem ve ihtiyar-pirlerden müteşekkildi. Bunlar, çadırda toplandılar, tasvirde zikredilen tabirlerinden hiçbiri türkçe değildir.

Türkmenler bu içtima neticesi Gaznelilere sulh teklif etmişlerdir. Uzun müzakerelerden sonra aynı yılın, yani 1035 in Ağustos aynıda anlaşmaya varılmıştır, bu müzakerelere, Gazneliler tarafından,Sultan Mahmud zamanında uzun yıllar Mavreaü’n-nehr’in nazırı sıfatiyle vazife gören Gazi Ebu-Sin iştirak etmiştir. Türkmenler adına anlaşmayı, bizzat beyler değil onlar tarafından gönderilen murahhaslar imzalamışlardır.

bu anlaşmaya göre, Davud’a Dihistan, Tuğrul’a Nesa, Yabguya’da Ferave şehirleri verilmiştir. Adı geçen bu üç Türkmen beyne dihkan ve vali ünvanları tevdi edilmiştir. Gazneli sultanın tabileri sıfatiyle her üçünü üçüne de valilere verilmesi mutad olan, Hil’at, külah, bir küçük bayrak, süslü eğerli bir at, altın kemer ve kumaşlar hediye edilmiştir. Hediyeler fevkaladeydi; bu nev’i (hediyeler Gazneli sarayında yalnız, kaideye göre, saray askeri komutanları arasına tayin edilen başkomutan (salar) a verilirdi. Yalnız menşurda zikredilen ünvanların yüksekliği değil aynı zamanda verilen hediyelerin mahiyeti de Türkmenlerin ehemmiyetli derecede kuvvetlendiklerini göstermektedir. Horasan’ın şimalinde kafi derecede kudrete sahip bir beylik meydana gelmiştir; bunun başında bulunanlar herhangi bir şekilde Gazneli sarayına tabi olmadıkları gibi, ona karşı besledikleri düşmanlığı da gizlemiyorlardı. Ebu-Nas Sini’nin ifadesine göre Türkmen beyleri gönderilen valilik alametlerine bile hürmet göstermiyorlar; gizli işaretlerinde serpuşlarını ayaklariyle çiğniyorlardı. Sulh yapıldıktan sonra da şimali Horasan’daki Türkmen akınlarına son verilmemiştir.

Zikredilen andlaşmanın akdinden beş ay sonra, 1036 yılı Şubatında (427 H. Yılı Rebiü’l-ahır’ında) göndün güne artmakta olan Türkmen tehlikesi karşısında Gazneliler, sulh bozup, onlara karşı Hacib Subaşı komutasında onbin atlı ve beşbin piyadeden müşetekkil bir ordu göndermeğe karar vermişlerdir. Kaynaklar, bu komutanını icraatı hakkında muhtelif kanaattedirler. Subaşı’nın yanında bulunan habercilerin (muhabirlerin) kendisi hakkında verdikleri gayri müsait malumatı nakleden Beyhaki, bu haberlerin doğru olmadığını ve Subaşı’nın çok ihtiyatlı hareketlerde bulunduğu için Türkmenlerin ona büyücü lakabını verdiklerine işaret etmektedir. İbnü’l-Esir, Subaşı’nın Türkmenler tarafından rüşvetle elde edildiğine dair şayiaları (rivayetleri) nakletmektedir. Subaşı’nın davranışları ne olursa olsun, Horasan’a asker gönderilmesi selçuklu kudretinin seyrini durduramamıştır. Aynı yılın Kasım ayında Mesud’a gelen Türkmen elçileri artık beyliklerinin genişlemesi meselesinin ortaya atarak Merv, Serahs ve Vaverd’in kendilerine verilmesini istemişlerdir. Mesud’dan kaçamaklı cevap alan Selçuklu beyleri, müstakil bir devlet kurmak için son bir adım atmağa karar vermişlerdir. 22 Nisan 1037 (recep, 428 H) yılında Merv’i ele geçiren Selçuklular Cuma namazında Mesud’un yerin Davud’un adına hutbe okunmasını emretmişlerdir. O tarihten itibaren Çağrı-Davud Bey eski İran ünvanı olan “şehinşah”=padişahlar padişalı ünvanını almıştır.

ibnü’l-Esir’e göre, subaşı’nın emrindeki Gazneli ordusu Mayis ve Haziran (şaban) ayında yani Merv’in zaptını müteakip, Beyhaki’ye gere ise bundan bir yıl sonra, 1038 (428 H.) yılının Haziran veya Temmuz ayında kat’i hezimete uğratılmıştır. Subaşı mağlup olduktan sonra yirmi bin memluk ile çok acınacak bir halde Herat’a gelmiş, on gün sonra horasan’ın başşehri Nişapur da Türkler tarafından zaptedilmiştir.

Mesud ile Türkmenler arasıda geçen mücadele zamanına ait Beyhaki’nin verdiği malumat arasında, Nişapur’un zaptedilmesine dair vesika şüphesiz ki, en mühimlerindendir. Bu Nişapur haber alma dairesi müdürü Ebu’l-Muzaffer Camhi’nin türkmenlerin şehir zaptettikleri sırada cereyen eden vak’aları gizlice müşahede neticesnide hazırlamış olduğu vesikadır. Şehrin fethinin hemen akabinde saraya gelen bu rapor, bütün vak’aların tafsilatlı tasfirini ihtiva etmektedir. Şehre ilk önce İbrahim b. İnal emrindeki iki yüz kişilik bir Türkmen kıt’ası ile gelmiş ve elçisi vasıtasiyle Nişapurlulara savaşa devam etmek mi, yoksa hutbede Mesud’un ismini zikretmemek şartiyle teslim olmak mı istediklerini, kendisine bildirmelerini taleb etmiştir. Verilecek cevabı müzakere etmek üzere Nişapur ayanı Kadı Said’in evinde toplanmış; kısa süren bir müzakereden sonra Şehri Türkmenlerin yağmalama tehlikesinden korumak cihetinden olduğu kadar şehrin içinde baş gösteren karışıklıkları da gözönünde tutarak, teslim olmağa karar vermişlerdir. Şehrin teslimi müteakip ilk Cuma günü Tuğrul adına hutbe okunmuştur. Bundan üç gün sonra bizzat Selçukluların başbuğu şehre gelmiş ve horasan valilerinin ikametgahı olan Şadyah’da konaklamıştır. İbnü’l-Esir’e göre, o zamandan beri o, “büyük sultan ünvanı ile anılmağa başlamıştır. Nişapur haber alma müdürünü Gazne sarayına gönderdiği raporda, Tuğrul’un tahta çıkma merasimi ve sultan ünvanını almasına dair malumat tabiatiyle, çok müphemdir.

Rapora göre, Nişapur’un Türkmenler eline geçmesi hadisesini, bu gibi şeylerde adet olan yağmaları takip etmediği gibi bu şehrin fethi gazneli ordusunun amul’ü zaptetmesiyle bile mukayese edilemeyecek derecede sakin olmuştur. Nişapurluların izhar ettikleri endişelere, Selçuklu önce kıt’ası komutanı İbrahim, İnal, şimali Horasan’da bundan önce vukubulan yağmaların tamamen askeri hareketla ilgili olduğu cevabını vermiştir. Nişapur halkına karşı beslenilen iyi niyet şehrin yanına atfen bizzat Tuğrul’un yazmış olduğu mektupta daha açık olarak görülmektedir; bu mektupta o, “çok iyi şeyler” yapacağını vadetmektedir. Nişapur’un zaptında yağma hadiseleri olmadığı ve herşeyin intizamlı bir şekilde cereyana ettiği değer kaynaklar tarafından da kaydedilmektedir.

ibnü’l – Esir, diğer Selçuklu beyi, Çağrı – Davud Bey’in Merv şehir halkına karşı gösterdiği buna benzer iyi niyetlerini anlatmaktadır. Alman haçlı seferleri müverrihlerinin cengaver barbar ordular diye vasıflandırdıkları türkmen fütuhatçılarının, zamanında roma İmparatorluğu’nun ilk kurucularını gösterdikleri devlet idaresindeki dirayetlerini söylemek kafi gelmez.

Daha V. Barthold’un kaydetmiş olduğu gibi “Selçuklu fütuhatından önce İslamiyet Türkler fethetmiştir”. Merv ve nişapur’u gel geçirmiş lan Türkmenler, Bağdad elçisi ibn-i Fadlan’a bundan yüz yıldan fazla bir zaman önce orta-Asya çöllerinde rastlamış olduğu Oğuz’lara dış kıyafet bakımından bile pek az benzemekteydiler. Evet, bizzat beyleri ve maiyetlerinin giyinişleri, Samani ve Gazneli saraylarının ihtişamına alışmış yaşlı kimseleri gözyaşı dökmeğe mecbur ediyordu, fakat buna rağmen muzafeer Türkmenler, askeri Bakımından artık dağınık “deveci-çoban” kıt’alarına değil, esasını üç bin zırhlı atlının teşkil ettiği muntazama bir orduya sahiptiler.

Meselenin ikinci ve en esaslı izahını Türkmenlerin fütuhatçı vasfı teşkil etmektedir. Nişapur haber alma müdürün raporu evvelce gizli olup, Nişapur’un zaptedilmesi sırasında şaikar olan şeyleri açıklamaktadır. Evvelce kaydedildiği gibi Maveraü’n-Nehr’ideki Türk beyleriyle, onlar Mesud’a karşı kışkırtmak maksadiyle mektuplaşan ve şimdi de Nişapur’un Selçuklular eline geçmesinde rapordaki ifadeye göre “büyük bir küstahlıkla fatihinin tahtına sokulan, Nişapur eşrafının hareketlerini tamamen izah etmektedir. Nişapur dihkanları ile Selçukluların işbirliği yalnız Horasan yanı tarafından platonik bir şekilde Selçuklu hakimiyetinin tanınmasiyle sağlamlaştırılmamıştır. Nişapur dihkam mümesilleri Selçukluların emrine silahlı kuvvetler olduğu kadar o zamanın askeri mütehassıslarını da vermişlerdir. Ancak doğrudan doğruya bu askeri mütehassısların yardımı ile Selçukluların, Beyhaki’nin ifadesiyle “sultanlara mahsus” bir taktiğe malik olmalarını izah etmek mümkündür. O zamandan itibaren selçuklu ordusu kadrosuna haşar-vilayet askeri de dahil edilmiştir. Horasan dihkanları Selçukluların idareyi ele almalarından itibaren devlet hakimiyetinin teşkilatlandırılması işlerinde faal hizmetlerde bulunmuşlardır. Ravendi ile İbnü’l-Esir’ in bildirdiklerine göre, kendi hesabına techiz ettiği dörtbin kişilik bir askeri kıt’ayı tuğrul’un emrine veren Ebu’l-Kasım, baş vezir tayin edilmiştir. Aralarında meşhur Nizamü’l-mülk’ün de bulunduğu müteakip vezirler aslında ve an’anelerinde keza Horasanlıydılar.

Selçuklular tarafından Nişapur’un zaptedilmesi gazneli devletinin tam kalbine atılan ağır bir darbedir. 1038 yılı Ekiminde Mesudr, piyade, atlı ve hintli filli birliklerinden müteşekkil kırk-elli bin kişilik bir kuvvetle Selçuklulara karşı hareket geçmiştir. Mesud’un

Selçuklular ile son savaşı bir buçuk yıl devam etmiş ve 1040 yılı Mayıs ayında (431 H. yılı Ramazanında Dendanekan (bugünkü Taşrabad) da vuku bulan meydan savaşı Gaznelilerin kat’i hezimetiyle sona ermiştir. Horasan, hemen batıya doğru müteakip iler hareketleri devam ettiren Selçuklu sultanlarının, tamamen eline geçmiştir.

Bu tetkikimizde araştırdığımız ilk Türkmen devletinin menşei, onun müteakip muvaffakiyetlerini, ehemmiyetli derecede izah etmektedir. Selçuklu İmparatorluğu7nun kuruluşu, karışık bir durum arzetmektedir; bunda içtimai inkişafı doğruna ve siyasi emellere sahip bulunan muhtelif teşekküller müessir olmuştur. Fakat şüphesiz ki, burada mühim bir amil bu birbirine zıd teşekkülleri birleştirmiştir. Bu, abbasiler’in evvelce tatbik etmiş oldukları rejime karşı olan müşterek husumetten iler gelmektedir. Bu muhtelif cereyanların uzun bir faaliyeti neticesi meydana gelen ve “Büyük Selçuklular” adiyle maruf Türkmenler, abbasi halifelerine tabi (Gazneli) devletinin yerine geçmişlerdir.

Kaynak:

B. Zahoder, Çeviren: İsmail Kaynak,  Selçuklu Devletinin Kuruluşu Sırasında Horasan- Belleten Ekim 1955 Cilt: XIX Sayı: 76 Sayfa: 491- 526

Türkçe Tarih

BÜYÜK TÜRKİSTAN’A BİR BAKIŞ

Önceki yazı

Anadolu’da Türk Kültürü

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Tarihte Türkler